Gece Yarısı Korku Hikâyeleri: Ev Sahibi
Hakan Bıçakcı

25 Haziran 2016

Pera Müzesi Blog, Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABİSAD) işbirliğiyle, “Gece Yarısı Korku Hikâyeleri” isimli yeni ve tüyler ürpertici bir hikâye dizisi sunuyor. FABİSAD üyesi yazarların Pera Müzesi’nin Mario Prassinos: Bir Sanatçının İzinde, İstanbul-Paris-İstanbul sergisindeki eserlerden ilhamla yazdıkları korku hikâyeleri sergi boyunca yayınlanacak. Gece yarısı tam 00:00’da yayınlanan serinin ikinci hikâyesi “Ev Sahibi”, Hakan Bıçakcı‘ya ait.

Yan yana dizilmiş uyuyan üç kişi. Gökyüzündeki havasız uçağın rahatsız üçlü koltuğunda. Üç arkadaş. Ben cam kenarındaki arkadaş. Diğer ikisi sevgili. Emre’yle Melisa. Ben yalnız, onlar çift. Bir farkımız daha var. Benim sadece gözlerim kapalı. Onlar uykuda.

1. BÖLÜM

İçecek servisinin yaklaştığını duyunca önce gözlerimi sonra tepsimi açtım. Uyumaya devam eden arkadaşlarımın üzerinden uzanan karton bardaktaki kahveyi içerek etrafa bakındım. Önümdeki filede az önce bitirdiğim çizgi roman duruyordu. Ağa takılmış Örümcek Adam… Onun arkasında uçağın güvenlik kartı. Kahveden bir yudum alıp kartı çıkardım. Yan yana dizilmiş kareler, zaman sırasıyla uçak düşerse neler yapılması gerektiğini gösteriyordu. Teknik olarak bu da bir çizgi roman sayılırdı. Sarı can yelekli adam ile oksijen maskeli kadın. Uçağın düşüşünü tebessümle karşılayan psikopat ikilinin durağan maceraları.

Melisa oturduğu yerde kıpırdanıp Emre’nin omzuna devrildi. Bu seyahati dört kişi planlamıştık. Aylar önce bir ocakbaşında, rakı eşliğinde. Emre, Melisa, ben ve Aslı. Eski sevgilim. Şimdi aşağılarda bir yerlerde olan. Terk edilip de yalnız kalınca seyahat planından vazgeçtim önce ama yanımda uyuyan çiftin yoğun ısrarıyla kabul ettim peşlerine takılmayı. “Kafa dağıtırsın,” deyip durdular ikide bir. Gözümün önüne Paris kaldırımlarına saçılmış beynim geldi her seferinde. Kahvenin son yudumunu içip tepsiyi kapattım. Güvenlik kartını çizgi romanın arkasına sıkıştırdım. Arkama yaslanıp gözlerimi kapadım.

Paris için alçalmaya başlıyoruz. Melisa’nın airbnb sitesinden ayarladığı evimize doğru. Bir haftalığına. Bana kalsa otelde kalırdım. Otelleri severim. Hatta yeni nesil falan değil, özellikle en klasik olanları. Lobilerin sarı ışıklarını, halı kaplı sessiz koridorları, beyaz havlu terlikleri, kullanmasam bile mini barın varlığını, otelin logosunun bulunduğu not kâğıtlarını, küçük şampuan şişelerini, minik sabunları… Yaşıtlarımsa airbnb’den ev tutmayı seviyorlar. Sanki bu tercihin altında turist olduğunu unutup oralarda yaşıyor olma illüzyonu yatıyor. Evcilik oynayan çocuklar gibi. Burası bizim evimizmiş. Bir haftalığına da olsa.

Valizlerimizi çeke çeke apartmanı bulduk. Kapısından ev sahibini aradık. Anahtarı tam karşıdaki şarküteriden almamızı söyledi. Soğuk soğuk hayvan ve peynir kokan şarküteriye girip ev sahibimizin adını verdik, anahtarı aldık. Çok basit ama çok gerçekçi bir video oyununun içinde gibiydik. Karşıya geçip anahtarla eve girdik.

Mario Prassinos

Kefen, 25 Mayıs 1975-4, Rives kâğıdı üzerine Çin mürekkebi, 120,5 x 80,2 cm.,
FNAC 35297, Centre National des Arts Plastiques

Eski, iki katlı, kasvetli bir daire… Bir yatak odası alt katta, bir yatak odası üst kattaydı. Önce aşağıdaki odaya baktık. Sonra birlikte yukarı çıktık. Üst katta manasızca uzun bir koridor, koridorun sonunda diğer yatak odası, odanın yanında küçük bir tuvalet vardı. Koridorun tam ortasında bir kapı daha… Üzerinde İngilizce bir uyarı: “Bu oda kullanım dışıdır. Lütfen kapıyı açmayın.” Birkaç saniye hiçbir şey söylemeden kapının önünde durduk. Tabii ki açmaya yeltendik. Kilitliydi. Kilitli kapının tam karşısında bir tablo asılıydı. Sanki ayıplayarak bize bakıyordu. Deneysel bir portre. Beyaz üzerinde siyah boyanın aktığı uykulu iki göz, uzun ve yamuk bir burun… “Bu da ev sahibimiz herhalde, saygılar efendim,” dedi Emre. Koridoru geçip yatak odasına girdik. Bu oda daha küçüktü. “Ben buradayım siz aşağıda bu durumda,” dedim.

Emre’yle Melisa aşağıdaki, ben yukarıdaki odada eşyamızı yerleştirdik. Tam üstümü değiştirmiş, odadan çıkıyordum ki hemen arkamda, ensemin dibinde “Pıst pıst” gibi bir ses duyup irkildim. Kalbim duracak gibi olmuştu. Arkadaşlarım aşağıdaydı. Sesleri geliyordu. Arkamdaki kimdi? Dönüp baktığımda duvardaki, otomatik oda parfümü sıkan, plastik mekanizmayı gördüm. Hem az önceki sesin hem de içerdeki vanilya kokusunun gizemi çözülmüştü. Odadan çıkıp aşağı indim.

1.

Gece yarısına kadar gezip sağlam içmiş, odalarımıza çekilmiştik. Ölü gibi yatıyordum. Uykuya dalmak üzereydim ki kapı kilidinin dönme sesiyle kasıldım. Yattığım odanın kapısı sonuna kadar açıktı. Ses, koridordaki kilitli kapıdan geliyordu. Yattığım yerden koridoru görüyordum. Ve kilitli kapı açıldı. Nefesimi tutup bekledim. Yaşını kestiremediğim ama erkek olduğu anlaşılan bir karaltı, elinde büyükçe bir tabloyla çıktı. Elindekini yere bırakıp duvardakiyle değiştirdi. Yeni tabloyu asıp eskisiyle odaya döndü. Kapıyı kapattı. Kilitledi. Duvardaki oda spreyi iki kere “Pıst”ladı.

Mario Prassinos

Kefen, 3 Haziran 1975-5,
120,5 x 80 cm., Rives kâğıdı üzerine Çin mürekkebi, FNAC 35300, Centre National des Arts Plastiques

Sabah uyandığımda gece gördüklerime hâlâ inanamıyordum. Gördüklerimden çok daha tuhaf olansa, bu manzaranın üstüne uyumuş olmamdı. Bu da tüm gerçekçiliğine rağmen hepsinin bir rüya olması ihtimalini güçlendiriyordu. Başka türlü böyle bir korkunun üzerine götümü dönüp uyumama imkân yoktu. Bu düşünce beni biraz olsun rahatlattı. Titreme hissiyle kalkıp giyindim. Yüzümü yıkayıp aşağıya yöneldim. Koridoru geçerken ürkerek baktığım tablo beni olduğum yere çiviledi. Farklıydı. Aynı portre biraz daha yakınlaşmıştı sanki. Ya da kararmıştı. Daha koyu gözler, daha koyu bir burun… Ağzım burnum uyuşmuştu. İçim boğucu bir sıkıntıyla ürpermişti.

Aşağı inip olan biteni kahvaltı eden arkadaşlarıma anlattım. Rüyadan başka ihtimal tanımadılar. Yukarı gelmelerini istedim. Onlara yeni tabloyu gösterdim. Değişmediğine emindiler. Ben de daha önce bu resme benim kadar dikkatli bakmadıklarına emindim. Telefonumla tablonun fotoğrafını çektim. Delirmişim gibi baktılar. Dışarı çıktık. Dışarı çıkmak iyi gelmişti.

2.

Sabah, odayı yarım yamalak aydınlatan güneşin ışığıyla uyandım. Gece aynı dehşet verici olay tekrarlanmıştı. Aynı sırayla ve aynı şekilde. Rüya olmadığından emindim. Otuz yıldır rüya gören biri olarak ikisini ayırt edebiliyordum. En azından sonradan dönüp hatırlayınca. Ama uyumuş olmam kafamı bulandırıyordu. Böyle bir olayın üzerine en az iki gün uyuyamamam gerekiyordu.

Mario Prassinos

Pèretextat, No. 19, 1973, Tuval üzerine yağlıboya, 130 x 97 cm.,
FNAC 35330, Centre National des Arts Plastiques

Yataktan fırladığım gibi koridora attım kendimi. Tablo farklıydı. Bu sefer daha belirgin bir fark… Üstelik telefonumdaki fotoğraf sayesinde tamamen emin olmuştum. Bir telefonun ekranındaki resme baktım, bir karşımdakine. Kusacak gibi oldum. Portre uzaklaşarak silikleşmiş, tablonun etrafında kızıl, kahve bir ton oluşmuştu.

Emre’ye göre fotoğrafı düzgün çekememiştim, zaten resim hep böyleydi. Melisa’ya göre de hava bu sabah daha açık olduğundan, yani koridor daha kuvvetli ışık aldığından kırmızı renk fark edilir olmuştu. Tartıştık, kavga ettik. Tatili berbat etmekle suçlandım. O günü ayrı geçirdik. Ama akşama doğru telefonlaşıp Saint Michel’deki çeşmenin orada buluştuk. Barıştık. Sabahlara kadar içtik. Eve dönmek, üst kattaki o odaya girmek istemiyordum. Bir saatten sonra mecburen gittik.

3.

Rüya ihtimalinin ortadan kalkmasıyla yukarıda uyuma düşüncesi güçleşmişti. Aşağıda bir kanepe falan olsa oraya kıvrılacaktım ama yoktu. Utanmasam Emre’yle Melisa’nın arasında yatacaktım. Gördüğü kâbusun etkisinde kalan çocuk gibi.

Bütün gece içtiğimiz içkinin cesaretiyle hafif hafif başım dönerek çıktım yukarı. Tam uykuya dalacaktım ki yerimden sıçradım. Gördüklerimin üzerine nasıl olup da uyuduğumu çözmüştüm. Beni uyutan duvardaki sprey mekanizmasıydı. Koridorun ortasındaki kapı tekrar kilitlenir kilitlenmez çalışıyordu her defasında. Bir tür gaz sıkıyor olmalıydı. Vanilya kokusu işin hikâyesiydi. Asıl işlevi farklıydı. Gündüz ilk fark ettiğimde odadan çıkıyordum. O nedenle etkilenmemiş olmalıydım. Kalkıp plastik mekanizmaya tekme tokat daldım. Yere düşürüp ayağımın altında böcek gibi ezdim.

"MarioYatıp bekledim. Zaman geçmek bilmiyordu. Uykum sonuna kadar açılmıştı. Kalbim ağzımın içinde atıyordu. Elim ayağım buz kesmişti. Kilitli kapı açıldı. Aynı karaltı dışarı çıktı. Tabloyu değiştirdi. Odaya döndü. Kapıyı geri kilitledi. Dehşet içinde, kaskatı bir halde canlı canlı izledim. Bu sefer uyumamıştım. Spreyi parçalamam işe yaramıştı. Bekledim, bekledim, titreye titreye kalkıp tabloya baktım. Değişmişti. İyice kararmış ve kızarmıştı. Aynı anda gülme ve ağlama isteği yükseldi içimde.
Melisa’yla Emre’yi uyandırıp her şeyi anlatmam gerekiyordu. Çıkıp gitmemiz gerekiyordu bu evden. Aşağı indim. Odalarına girdim. İkisi de uykudaydı. Ve kahkahalarla gülüyorlardı. Birkaç saniye dehşet içinde izledim uykusunda gülen arkadaşlarımı. Bana da bir gülme gelir gibi olunca kendime geldim. Sarstım, uyanmadılar. Gülmeye devam ettiler. Onların duvarında da bir sprey vardı. Parçaladım. Kırarken yine bir gülme geldi. Tuttum kendimi. Odada pencere yoktu. Evi havalandırmak için daire kapısına koştum. Üzerinde İngilizce bir uyarı: “Bu oda kullanım dışıdır. Lütfen kapıyı açmayın.” Birkaç saniye hiçbir şey yapmadan kapının önünde durdum. Kapıyı zorladım, açılmadı. Daire kapısının açılmamasıyla tam anlamıyla paniğe kapılmıştım. Boğulacak gibiydim. Nefes nefese yukarı tırmandım. Tahmin ettiğim gibi. Kilitli kapının üzerinde uyarı yoktu. Kolu çevirdim, kapı açıldı.
Kapının ardındaki buz gibi kızıl karanlığın içinde ilerlemeye başladım. Karaltı peşimdeydi sanki. Belli belirsiz nefes sesleri. Adım adım… Yoksa ben mi onun peşindeydim? Karanlığın içinden çıkan kemikli bir el, beni her an kolumdan veya saçımdan yakalayacak gibiydi. Hızlandım. Gözümün önünden gitmeyen portreler eriyerek değişiyordu. Aynı sırayla… Durmadan birbirine dönüşerek. Karararak ve kızararak uzaklaşan, sonra yeniden yakınlaşan yüz. Biraz sonra yankılı kahkaha sesleri duymaya başladım. Birbirine karışan. Bir uzaklaşan, bir yakınlaşan. Bir yükselen, bir alçalan… Uçsuz bucaksuz bir tür tünelin içinde gibiydim. Durmadan yürüdüm. Yorgunluktan olduğum yere yığılıp kalana dek.

2. BÖLÜM

“Paris için alçalmaya başlıyoruz” anonsuyla uyandım. Yolculuklarda hep böyle oluyordu. Bütün yol cin gibi oturup son anda uyuyakalıyordum. Emre’yle Melisa da uyanmıştı. Oturduğumuz yerde kıpırdanıp toparlandık.

Havaalanından eve kadar rüyanın etkisinden kurtulamadım. Huzursuzdum. Evin kapısından girinceyse rahat bir nefes aldım. Rüyadakiyle ilgisi yoktu. Üst kat da yoktu, kilitli kapı da, tablo da… Daha sevimli ve aydınlık bir daireydi. Eşyamızı bırakıp dışarı çıktık.
Öğle yemeğinden sonra Paris’in önemli çağdaş sanat galerilerinden birindeki sergiyi gezmeye karar verdik. Daha doğrusu Melisa bizi yönlendirdi. Daha önce internetten araştırmıştı. Kahvelerimizi bitirip kalktık. Galerideydik. Birbirimizden ayrılmış, kafamıza göre geziniyorduk. Birbirine bağlanan beyaz duvarlı odalar arasında tembel tembel yürürken olduğum yerde kaldım. Dört tablo da karşımdaydı. Aynı sırayla, yan yana. Gittikçe yakınlaşan ve kızaran portre. Nefesim kesilir gibi oldu. O anda tam yanımdaki plastik mekanizmayı fark ettim. Nefesimi tutup bekledim. Beklediğim gibi… Çalıştı: “Pıst pıst!”
Bir anda dizlerimin bağı çözüldü. Olduğum yere yığılıp kaldım.

Yazan:
Hakan Bıçakcı

Hayatının Bir Yerinde Yolu İstanbul’dan Geçmiş Altı Büyük Sanatçı

Hayatının Bir Yerinde Yolu İstanbul’dan Geçmiş Altı Büyük Sanatçı

Pera Müzesi Blog, N’olmuş? işbirliğiyle hazırlanan yazı dizisi devam ediyor. Kendilerini; “Bilindik N’olmuş? sorusunu her gün yeniden soruyor, karşımıza çıkan sayısız beklenmedik cevabı sizlerle paylaşıyoruz.

İstanbul-Paris-İstanbul: Mario Prassinos

İstanbul-Paris-İstanbul: Mario Prassinos

Mario Prassinos, İstanbul’da doğdu. Detaya girmek gerekirse, 1916 yılında Rum kökenli sanatçı bir ailenin çocuğu olarak Pera’da dünyaya geldi. Doğduğu ev halen burada ve ayakta...

Gece Yarısı Korku Hikâyeleri: Son Sefer <br> Galip Dursun

Gece Yarısı Korku Hikâyeleri: Son Sefer
Galip Dursun

Biraz önce, yolcu salonunda vapurun hareketini beklerken aklıma bir oyun geldi. Küçükken evde, buradan epey uzakta ve geçmişte kalmış ülkemde oynadığımız, nasıl oynadığımızı bile hatırlayamadığım bir oyun. Vapura binmek için bekleyen kalabalığın arasında kendimi olduğumdan bin kat daha yalnız hissettiren cinsten. 

OSZAR »