Kurum Kurum Galatasaray | Besim F. Dellaloğlu

17 Haziran 2020

Hasan Deniz, Duvar, 2018, Fotoğraf Baskısı, Çeşitli Boyutlarda, ©Sanatçı
Hasan Deniz, Duvar, 2018, Fotoğraf Baskısı, Çeşitli Boyutlarda, ©Sanatçı


İstanbul tek bir şehir midir? Paris’in üniversitelerinin numaralandırılması gibi bir gün İstanbul da birkaç parçaya bölünüp numaralandırılır mı? Bunlar çok zor sorular! Ancak benim çocukluğumda İs­tanbul’da telefon numaraları üç gruba ayrılırdı. “Bir” ile başlayanlar, Avrupa Yakası’nın Pera ve öte­sindeki “yeni” bölümünü; “üç” ile başlayanlar, Anadolu Yakası’nı; “beş” ile başlayanlar ise, Avrupa Yakası’nın Eminönü ve ötesindeki “eski” bölümünü ifade ederdi. Üç İstanbul! Aslında edebiyatımızda aynı ismi taşıyan bir roman da yok değildir! Roman, Mithat Cemal Kuntay’a ait, hatta bir televizyon dizisine de konu olmuştur. Bu romanda “Üç İstanbul” ile kastedilen II. Abdülhamit, II. Meşrutiyet ve işgal dönemi İstanbul’udur. Üç farklı İstanbul üç farklı konakla anlatılır. Bazen zamanın izini sürmenin en iyi yolu mekâna yoğunlaşmak olabilir. Zaman mekâna iz bırakır.

İstanbul mekânsal olarak da üçe ayrılır aslında. Öncelikle Boğaz İstanbul’u ikiye böler. Bu, daha çok coğrafi, mekânsal bir ayrımdır. Asya ile Avrupa ayrımı! İki kıta üzerine konumlanmış başka bir şehir var mıdır? Ancak Avrupa Yakası da Haliç ile ikiye ayrılır. Bu, mekânsal olduğu kadar zamansal bir ayrım­dır da. Ya da kültürel mi demeliydim? Eski İstanbul ile yeni İstanbul. Geleneksel ve modern İstanbul. Galata Köprüsü, İstanbul’un bu iki yakasını sadece coğrafi olarak birleştirmez. Galata Köprüsü, aynı zamanda, iki ayrı zaman, iki ayrı dönem arasında bir köprüdür. Bir yanda tarihi yarımada, diğer yanda Pera. Birileri “Gâvur İstanbul” demiş midir? Benim hayatımın sekiz yılını geçirdiğim Galatasaray Lisesi, Pera’nın yani “Gâvur İstanbul”un mektebidir.

Galatasaray Lisesi bir Tanzimat kurumudur. Türkiye’nin modernleşme projesinin resmi okulların­dan biri, hatta belki de en önemlisidir. Rahmetli bir siyasetçimiz imam hatip liselerini “arka bahçe”leri olarak nitelendirmişti. Galatasaray Lisesi de Türkiye’nin batılılaşmasının, modernleşmesinin “imam hatip okulu” gibidir! Galatasaray’ın, Türkiye’nin ürettiği en önemli kurumlardan biri olduğu su götür­mez. Bu kurumun artısı, eksisi; başarıları, zaafları elbette tartışılabilir. Ancak bence bir kurum olduğu tartışılamaz. Galatasaray Lisesi, mezunlarının “kurum kurum kurumlandıkları” kadar vardır!

Bu kurumu içinden yaşayanların en çok duydukları şeylerden biri Galatasaray Lisesi’nin “Batı’ya açılan pencere” olduğudur. Her pencere bir iç ile bir dışı birbirlerine daha görünür kılar. İçle dışı bir­birlerine şeffaflaştırır. İçeriden bakanlar için Galatasaray Lisesi’nin Batı’ya açılan bir pencere oldu­ğu doğrudur. Ancak dışarıdan bakanlar için aynı kurum bir Batı elçiliği de sanılabilir! Batı ülkelerinin şimdi konsolosluk olan temsilcilikleri, Ankara’nın başkent olmasından önce büyükelçilikti. Bu tem­silciliklerin büyük bir bölümü Pera’dadır. Bu arada tarihi yarımadadaki tek diplomatik misyonun İran temsilciliği olmasını da not etmekte fayda olabilir. Galatasaray Lisesi öncelikle Fransa’nın ama genel olarak Batı’nın Türkiye’deki en önemli temsilciliklerinden biridir. Bunu bir liselinin kabul etmesi ol­dukça zordur.

Galatasaray Lisesi, Yahya Kemal’in deyimiyle “ezansız bir semt”in mektebidir. Liseli öğrenciler yıl­larca St. Antoine Kilisesi’nin çanlarıyla uyanmışlardır sabahın köründe. Pera kozmopolittir ve bu an­lamda Türkiye’yi tam olarak temsil etmez. Çünkü Türkiye kozmopolit değildir. Türkiye’nin kozmopolit olmamasını sadece bugüne özgü sanmak yanlış olur çünkü Türkiye hiçbir zaman kozmopolit olma­mıştır. Galatasaray Lisesi mezunu ise kozmopolittir, tıpkı Pera gibi! Liselinin 11 ila 19 yaş arasında olu­şan kendilik bilinci Pera’da pişmiştir. Liselinin aldığı iyi eğitime rağmen Türkiye’yi yeterince tanıyama­ması, özellikle son yıllardaki gelişmelere çok şaşırması bundandır.Çünkü liseli Pera’yı Türkiye sanır!

Galatasaray Lisesi mezununun kozmopolit olması “yabancı dil(ler)” bilmesinden kaynaklanmaz. Çocukluğunda, gençliğinde Lebon’da, Markiz’de, Saray’da yan masada duyduğu “yabancı dil(ler)”e aşina olmasından gelir. Aslında Pera’nın mekânlarında liselinin tecrübe ettiği diller “yabancı” değil, aksine “yerli”dir. Bunlar, İstanbul’un, Konstantinopolis’in kadim dilleridir. Belki de bu nedenle, benim kulağım hâlâ Ermenice ve Rumcayı ayırt eder. Bu iki dilde tek kelime bilmememe rağmen! Çünkü kulağım çocukluğumda Pera’nın mekânlarında o dilleri duymaya, dinlemeye alışmıştı. Şimdi ne o mekânlar kaldı ne de o insanlar. Bugün o dilleri seyrek de olsa duymaya devam ettiğim tek bir mekân biliyorum: Yeniköy Spor Kulübü Lokali. Yeniköy’de elbette.

Galatasaray’ın kozmopolitliğinin entelektüel bir derinliği ve çeşitliliği teşvik edememiş olması as­lında fazla teleolojik bir iddiayı kendi içinde taşımasından kaynaklanıyor olabilir. Galatasaray’ın iç­kin “telos”u Türkiye’nin modernleşme projesine kadro yetiştirmekti. Bu elbette Tanzimat için, erken Cumhuriyet için anlamlıydı. Peki ya bugün? Galatasaray Lisesi müdürleri, Galatasaray Üniversitesi rektörleri hâlâ diploma törenlerinde “elit” yetiştirdiklerini, mezunlarının Türkiye’yi, hatta dünyayı yö­neteceklerini iddia ediyorlar mı bilemiyorum. Sanırım artık daha önemli olan çocuklara nitelikli bir eğitim altyapısı sağlayıp, onları gelecekte ne olacakları konusunda özgür bırakmak.

Galatasaray Liseli için Türkiye bir “olan” değil, “olması gereken”dir. Liseli, Türkiye’yi olması gereken hale getirme misyonuyla sorumlu addeder kendini. Fedakârdır. Cefakârdır. Türkiye’yi, olduğu hale gömülü olanlardan daha fazla düşünür, dert edinir. Ama aslında onu anlayamaz, ona nüfuz edemez. Liselinin Pera’nın sokaklarında, mekânlarında oluşmuş kozmopolit zihni Türkiye’yi hep eksikli gö­rür. Aldığı aydınlanmacı ve kartezyen eğitim onu bir ömür boyu sürecek bir karşılaştırma girdabına mahkûm eder: Batı’da var. Bizde yok. Varsa bile eksik ya da yamuk. Galatasaraylı huzursuzdur.

Benim okuduğum dönemde Pera’daki Galatasaray bir erkek lisesi, Ortaköy’de bugün üniversite olan kampüs ise kız lisesiydi. Ortaköy yerleşkesi üniversite olunca, Beyoğlu’ndaki bina karma lise ha­line geldi. Ben Galatasaray Erkek Lisesi’nde yatılı okudum. Beyoğlu’nun göbeğinde bir yatılı erkek lisesi! Ne kadar vahşi değil mi? Şaşırdınız mı? Dışarıdan ne kadar da renkli görünür aslında! Ama Be­yoğlu’nda büyümek hiç de kolay değildir. Belki de liselilerin büyüyememeleri, ilginç bir biçimde hep biraz ergen kalmaları bundandır. Çocukluklarından, gençliklerinden anlatılacak o kadar çok hikâye­leri vardır ki, hiçbir zaman tam anlamıyla yetişkin olamazlar. Her Galatasaray Liselinin “altın çağı” lise dönemidir. Galatasaray bir kurumdur derken neyi kastettiğimi artık daha iyi anladığınızı umuyorum. Belki de bu nedenle lisenin arkadaşlıkları çok güçlüdür. Arkadaşlarımız, altın çağımızın şahitleridir. Altın çağımızdan vazgeçemediğimiz gibi arkadaşlarımızdan da vazgeçemeyiz. Ama aynı nedenle bazı arkadaşlıklar da bir türlü bitmek bilmez. Aslında çoktan bitmiştir. Kimileri, birbirlerinden çok farklı yönlere doğru öylesine değişmiştir ki artık ortak hiçbir şey kalmamıştır. Bir liselinin bunu idrak etme­si zordur. Bu nedenle “kaldığımız yerden devam” demeyi pek sever! Bazen ortada kalan pek bir şey olmasa bile.

Bizim zamanımızda Galatasaray Lisesi yatılı öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir okuldu. Sanırım günümüzde bu durum epeyce değişmiştir. Galatasaray gibi kurumların kimliği biraz da yatılılıktanlir. Mezunların “Galatasaraylılık” diye yere göğe koyamadıkları şeylerin çok önemli bir bölümü aslında yatılılıktan kaynaklanır. Yatılılık Foucault’nun kullandığı anlamda çok özel bir “kapatılma” biçimidir. Yatılı okulda okumanın en önemli özelliği duvarların ve kapının çok güçlü olmasıdır. Dilediğin zaman okulun dışına çıkamazsın. Ama İstiklal Caddesi’nin üzerindeki lisenin parmaklıklarına geldiğinizde dışarıdaki hayatın canlılığını fark etmemek mümkün değildir. Liselinin o caddedeki hayatı hiç terk edememesi, hep geri dönmek istemesi belki de bundandır. O parmaklıklardan Pera’ya, Beyoğlu’na bakarken kapıdan çıkacağı günü ve zamanı hayal etmiştir hep çocukluğunda. Galatasaray Lisesi gele­neğinde sadece son sınıflar okulun dışına çıkabilirler. Belki de son sınıf “sivil” hayatın bir demosudur.

Galatasaray Lisesi’nin yüksek duvarları feodal kalelere benzer. İçi, dışarıdan yalıtırlar. İçerinin, dışa­rıdan çok farklı olduğu anlamına da gelir bu. Galatasaray Lisesi başka bir Türkiye, duvarların dışındaki Türkiye başka bir Türkiye’dir. Ancak liseli genç o kalenin içine hiçbir zaman tam anlamıyla sığmamış­tır. Hep taşmıştır. Liselinin yaşıtlarına göre çok daha yoğun hayat deneyimi biriktirebilmiş olmasının anahtarı burada gizlidir.

Galatasaray Lisesi bir kurum olarak o kadar güçlüdür ki, evlatlarını hep biraz “sakat” bırakır. Dö­verken de, severken de! Liselinin Galatasaraylılığı her şeyden önce gelir. Sevgilisinden, eşinden, ai­lesinden, işinden, ülkesinden. Galatasaray bir yana, dünya bir yan yanadır. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânı vermiyor” demişti. Galatasaray Lisesi Türkiye gibidir. Mezunlarının nezdinde her zaman başrolde olmak ister. Ve çoğu zaman da bunu başarır. Kurumdur çünkü. Her Galatasaraylı, önce Galatasaraylıdır. Ancak ondan sonra başka bir şey olabilir.

Galatasaraylı olmak zordur. Bir türlü mezun olmazsın! Rüyalarında o mektep seni hep geri çağırır. Kendim de dâhil olmak üzere, aynı rüyaları gören pek çok Galatasaraylı tanıdım. “Diplomanızı iptal etmek zorundayız! Bir dersi eksik almışsınız! Dönüp, o dersi de tamamlamanız gerek!” Belki de bu nedenle pilav(lar) icat edilmiştir. Galatasaraylı hep mektebine geri dönmek zorundadır. Ya da Galata­saray’dan zihnen de olsa mezun olunamaz.

Galatasaraylı Pera’dan, Beyoğlu’ndan gidemez. En iyi profiterol hep İnci’dedir. Kokoreç Şampi­yon’da yenir. En iyi menemen Lades’tedir. En iyi su muhallebisi Saray’dadır. Onu Pera’ya, Beyoğlu’na geri çağıran sadece profiterolün, kokorecin, menemenin, su muhallebisinin lezzeti değildir. Aynı za­manda çocukluğudur, gençliğidir. Mektebidir. Hacı Salih’in, Ağa Lokantası’nın artık var olmaması, İnci Pastanesi’nin, Rebul Eczanesi’nin ancak yer değiştirerek varlıklarını sürdürebilmeleri belki de artık çocuk, genç olmadığımızın bir işareti de olabilir. Sadece zaman mekânda iz bırakmaz; aynı zamanda mekân da bilinçte iz bırakır.

Bir mekânla bir zamanın, bir kurumla bir semtin bu kadar girift bir şekilde birbirlerine bağlı olmala­rına ender rastlanır. Zamanla mekânın kaynaşması, modernleşmeci zihniyet dünyasıyla Pera arasın­da, daha önce ima ettiğim ilişkidir. Bir kurumla bir semt arasındaki ilişkiyi açıklamaya gerek var mı? Lise ile önündeki meydan aynı adı taşırlar: Galatasaray. Her Galatasaraylı Peralıdır. Her Galatasaraylı bir Beyoğlu çocuğudur. Üstelik ölüp gidene kadar.

Galatasaray bir markadır. Türkiye’nin ürettiği en önemli markalardan biri. İlginç bir biçimde bu mar­kada, bir eğitim kurumu, bir spor kulübü ve bir semt bir araya gelirler. Bir eğitim kurumu olarak Gala­tasaray hem bulunduğu semtin adını belirlemiştir hem de kendi içinden bir spor kulübü çıkarmıştır.

Yıl 2018. Galatasaray Lisesi’nin kuruluşunun 150. yıldönümü. Ben 1984 yılında mezun oldum, 116 devresindenim. Galatasaray Lisesi’nde adettir; mezuniyet yılınız değil, devreniz söylenir. Yani ben ku­ruluşundan tam 116 yıl sonra Galatasaray Lisesi’nden mezun oldum. Bu yıl mezun olacakların devresi 150 olacak demek! Galatasaray Lisesi’nin kendine has bir takvimi bile vardır. Geleneğin bundan daha vurgulu bir ifadesi olabilir mi? Galatasaray bir gelenektir. Her ne kadar mezunları “gelenek” kavramı­na genel olarak pek sıcak bakmasa da!

İşte Galatasaraylının paradoksu da bu noktada ortaya çıkar. Gelenek ve modernleşme. Olan ve olması gereken. Pera ve memleket. Lise ve dünyanın geri kalanı. Bununla baş etmek kolay değildir. İnsanın güçlü olması gerekir. Bu nedenle her Galatasaraylı biraz “ezik”tir aslında. Her insan bu kadar yükün altında biraz da olsa ezilir. İşin tuhafı birçok Galatasaraylı bunun farkında bile değildir. Ya da çok iyi bastırmıştır. O, bunu, bir burnu büyüklük olarak yaşar. Havasından yanına yaklaşılmaz.

Kendiniz olabilmek için çoğu zaman babanızı “katletmeyi” becerebilmeniz gerekir. Galatasaray Li­sesi katledilemeyecek kadar güçlü bir “baba”dır. Kimileri için böylesine güçlü bir babayı katledebil­mek, kendilik bilincinin sacayaklarından biri olsa gerek. Baksanıza buna değinmeden edemiyorum!

Kozmopolit bir ortamda büyüyenin ruhu da bedeni de çeşitliliğe açık olur. Pera ise belki de Galata Kulesi’nin inşa edilmesinden beri kozmopolittir. Galatasaray Liseli, okulundan çok, Pera’da büyüdüğü için kozmopolittir. Lisedeki eğitim ve kurumsal genetik bence zihnî bir kozmopolitliğe pek izin ver­mez. Galatasaray Lisesi belli istisnai dönemler dışında fikri bir çeşitlilik üretmemiştir çünkü kurumun genetik kodu buna müsait değildir. Çünkü Galatasaray Lisesi bir modernleşme okuludur. Ancak zihnin siyasi bölümü bir yana bırakıldığında, zihnin geri kalanı ve beden açısından liseli çok kaliteli bir for­masyona sahiptir. Türkiye’de genelde kullanılan olumsuz anlamıyla değil ama çoğu liseli sıkı “mon cher” dir. Örneğin sanatla, edebiyatla, sinemayla, müzikle, mutfakla, seyahatle, şarapla ilişkisi güç­lüdür. Liseli her şeyin tadını bilir. Zevklidir. Çünkü hayatı tatmaya çok erken yaşta başlar. Üstelik olay Pera’da geçmektedir!

Beyoğlu Türkiye’nin modernleşme vitrinidir. Her türlü yenilik önce Beyoğlu’ndan girer Türkiye’ye. Ama artık bu değerlendirmeleri geçmiş zaman kipinde ifade etmek gerekebilir. Çünkü “yeni” Türki­ye’de Beyoğlu eskidi. Pera ve ardından Beyoğlu belki artık eski öncülüğünü yitirdi. Ülkenin kültürel merkezi, yaşama biçimindeki yeni eğilimlerin bir tür fuarı değil artık. Artık para harcamaya AVM’lere gidiliyor. Eskiden Beyoğlu’na gelinirdi. “Beyoğlu’na gidilirdi” demiyorum; “Beyoğlu’na gelinirdi” diyo­rum. Nerede ikamet edersem edeyim, bir yanım hala Beyoğlu’nda kalmış, belki de birçok liseli gibi! Eskiden alışverişe, sinemaya, tiyatroya, konsere, yemeye, içmeye Beyoğlu’na gidilirdi. Ülkenin “ser­seri” ama bir bakıma da “öncü” sermayesi ilk yatırımlarını Beyoğlu’na yapardı. İlk büyük birahaneler Beyoğlu’nda açıldı. İlk kafeler, ilk atari salonları, ardından ilk internet kafeler. İlk türkü barlar, hatta ilk gözlemeciler. Yüzergezer sermayenin deneyip de yanılma/yanılmama üssüydü Beyoğlu. Beyoğlu’nda tutan her yerde tutardı.

Artık her yer AVM oldu. Hatta Türkiye bizatihi büyük bir AVM’ye dönüştü. Belki de bu nedenle Pera’nın, Beyoğlu’nun eski cazibesi kalmadı. Bu yaşlı semtin pabucu dama atıldı. Oysa eskiden Beyoğlu’nun kendisi bir AVM gibiydi. Her semtte Şampiyon var artık. Ancak kokoreç Beyoğlu’ndaki Şampiyon’da başkadır, zümküfülü de unutmamak gerek elbette. Her yerde profiterol var ancak Beyoğlu’ndaki İn­ci’de profiterol farklıdır. Bu sadece bir lezzet sorunu değildir. Ya da lezzet sadece biyolojik değildir. Beyoğlu’nun gözden düşmesinin simgesi sinema salonları olabilir. Eskiden İstanbul’a sinemaya git­mek için de Beyoğlu’na gidilirdi. En önemli sinemalar oradaydı çünkü. Ancak Beyoğlu sinemaları artık İstanbul’un en köhne sinemaları haline geldi. Özellikle AVM’lerdeki sinemalarla rekabet edemiyorlar.

Eskiden kitap Beyoğlu’ndan ve Cağaloğlu’ndan alınırdı. Aslında ben hala oralardan almaya devam ediyorum. Ancak bu semtler artık birer kültürel merkez olmaktan çıkıyor. Birkaç istisna dışında, bu semtlerin kitapçılarının AVM’lerdeki çağdaş kitapçılarla, internet siteleriyle rekabet edebilmesi olduk­ça zor artık. Ama hala Beyoğlu’nda çok güzel mekânlar var. Bu mekânlar giderek ana caddeden ara sokaklara doğru çekiyor. Malum: Kapitalizm! Kiralar artık ana caddede deneyselliğe izin vermiyor. Be­yoğlu’nun ara sokaklarında çay, kahve, bira, rakı içilebilecek harika mekânlar hayatlarını sürdürüyor ama onları arayıp, bulmak gerekiyor. Erol Dernek Sokak’taki eski Yeşilçam figüranlarının takıldığı çay ocakları bugün kafe haline geldi. Sizi temin ederim İstanbul’da içebileceğiniz en iyi çay ve kahve hala bu sokakta. O sokağa gittiğimde zaman zaman liseli arkadaşlarımla karşılaşabiliyorum. İçimden şöyle diyorum: İyi çayla kötü çayı birbirinden ayırt edebilmek dahi bir kültürdür!

Bir Galatasaray Lisesi mezunu için Galatasaray, Pera, Beyoğlu, Markiz, Lebon, İnci, Rebul, Çiçek Pasajı, Emek, Lades, Saray, Alkazar, Elhamra, Yeni Melek sadece birer adres, marka, tabela değil. Oralarda bizim çocukluluğumuz yatıyor. Bizlerin çoğunun çocukluk hatıralarında ailemizin yaşadığı semte ait anlar çok sınırlı. Biz bir mektepte, bir meydanda, bir semtte büyüdük. Belki de hepimiz bi­raz “devşirme”yiz. Çoğu Galatasaraylı, Galatasaray Lisesi’nin çok yüksek puanlarla girilebilen bir okul olmasından yola çıkarak kendini “seçilmiş” varsayar. Oysa devşirme de seçilmiştir. Ya da her seçilmiş bir devşirmedir. Memleketin dört köşesinden devşirilip, Pera’da, Beyoğlu’nda bir mektebe “kapatıl­mış” bir sürü çocuktan söz ediyorum. Galatasaray Lisesi sadece bir mektep değil, aynı zamanda bir ebeveyndir. Anadır. Babadır. Bizler sadece kendi ana, babamızın değil, bir mektebin de evlatlarıyız. Kurum kurum Galatasaray’ın!

Diego Rivera’nın Yaşamı

Diego Rivera’nın Yaşamı

Diego Rivera, 1886’da Guanajuato’da doğdu. San Carlos Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki öğreniminden sonra, henüz 19 yaşındayken devlet bursuyla Avrupa’ya gitti. 12 yıl boyunca Madrid ve Paris’te kübist çevrelerde yaşadı ve resim yaptı.

Gece Yarısı Hikâyeleri: COGITO <br> Tevfik Uyar

Gece Yarısı Hikâyeleri: COGITO
Tevfik Uyar

Duruşma salonunun büyük bir mekan olacağını hayal etmişti. Hiç de öyle değildi. Kendi evinin salonu kadar bir yerin bir tarafını biraz yükseltip, üzerine yüksek bir kürsü yerleştirmişlerdi. 

Kâhin Serenatları I İki Elli, Kübra Uzun

Kâhin Serenatları I İki Elli, Kübra Uzun

Yarına Notlar sergisinde yer alan, dansçı ve koreograf Amrita Hepi’nin Kâhin Serenatları projesi kapsamında, müzik profesyonelleri ile dinleyenleri harekete geçmeye teşvik eden çalma listeleri hazırladık. Serinin ilk çalma listesi Kübra Uzun’un hazırladığı "İki Elli".

OSZAR »